OSMANLI YÖNETİM SİSTEMİ
1/. GİRİŞ (Introduction):
Osmanlı Devleti, Oğuz boyundan Osman Gazi'nin kurduğu Osmanoğlu Hanedanı'nın hükümranlığında varlığını sürdürmüş çok uluslu Sünni Müslüman devlettir. Önceleri bugünkü Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde kurulmuş bir beylik iken, 1453 yılında II. Mehmet'in İstanbul'u fethedip Bizans İmparatorluğu'na son vermesiyle imparatorluk hâline gelmiştir. Osmanlı devleti en geniş sınırlarına 1683 yılında ulaşmış; Orta Avrupa'nın bir bölümü ile Balkanlar'ın tamamı, Kuzey Afrika'nın bir bölümü, Hicaz, Mezopotamya, Kafkasya'nın bir bölümü ve Anadolu üzerinde hâkimiyet kurmuştur. 1699 yılında Karlofça Antlaşması sonrası gerilemeye başlamış ve 1922 yılında saltanatın kaldırılması ile birlikte yıkılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin idarî teşkilatı ve buna bağlı olarak merkez teşkilatı İslamiyet’ten önceki Türk devletleri ile İslamiyet’in kabulünden sonra kurulan Müslüman Türk devletlerin birikimlerinin başarılı bir sentezi olmuştur. Devletin henüz uç beyliği olduğu ilk dönemlerde, yönetim ve hukuk işleri, iç bölgelerin yüksek kültür merkezlerinden gelmiş ulemanın elindeydi. İlk Osmanlı vezirleri de ulema sınıfından olup, devletin yönetim ve kurumsallaşmasını sağlayabilecek tecrübeye sahip yöneticilerdi. 14. yüzyılın ilk yarısından kalan belgeler, Ortadoğu devletlerine özgü bürokratik geleneklerin daha bu dönemde Osmanlı yönetiminde yer aldığını ve yüzyıl sonuna doğru artarak egemen olduğunu gösterir.
Osmanlı İmparatorluğu, yönetim şekli dine dayanan bir Türk-İslam devleti olmakla birlikte, kuruluşundan itibaren eski Hint-İran ve Orta Asya Türk devlet geleneğinden gelen ve Dâire-i adliye olarak isimlendirilen bir yönetim anlayışına sahipti. Yusuf Has Hâcib tarafından 1069’da politik kuram üzerine yazılmış Kutadgu Bilig’de yer alan ve bütün İslam eserlerine girmiş olan bu yönetim anlayışında şu görüş ileri sürülmekteydi: “Devleti denetlemek için büyük bir ordu gerekir. Orduyu beslemek için çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu serveti elde etmek için halk zengin olmalıdır. Halkın zengin olması için de yasalar adil olmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse devlet yıkılır. Bu yönetim anlayışına göre, Osmanlı düzeninde Müslüman veya Gayrimüslim devlete vergi ödeyen, yönetilen halkın tümüne reâyâ denilmiş ve reâyâ, Allah’ın yeryüzünde padişaha bıraktığı emanetler olarak kabul edilmiş ve bu bağlamda yönetilmişlerdir.
2/. BAZI KAVRAMLARIN TANIMLARI VE YÖNTEM (Method):
Osmanlı İmparatorluğu kurulduğundan beri mutlak monarşi ile yönetilirdi. Sultan hiyerarşik Osmanlı sisteminde ve siyasi, askerî, hukuki, sosyal ve çeşitli başlıklarda en üstteydi. Teorik olarak sadece Allah'a ve yerine getirmesi gereken "Allah’ın yasaları" na (İslam’daki şeriat) karşı sorumluydu. Osmanlı Devleti’nin yönetiminde, Türk töresi, gelenekleri ve görenekleri dikkate alınarak Padişahın hükümranlığının yanı sıra mutlak monarşi kapsamında vezir ve divan oluşturulmuş ve gelişerek devam etmiştir. 1808 yılında, “Sened-i İttifak” (Ayanlar) ile padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır.1876 Kanun-i Esasi ile de padişahın yasama yetkileri Anayasal olarak kısıtlanmış (I. Meşrutiyet) ve “Meclisi Umumi” (Heyeti Ayan ve Heyeti Mebusan) oluşturulmuş ve 1908’de II. Meşrutiyet ile de seçimler ve siyasi partiler uygulamaya girmiştir.
Devlet: Belirli bir toprak parçası (vatan-yurt-ülke) üzerinde siyasi bakımdan (egemenlik) örgütlenmiş millet ya da milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır.
İmparatorluk: Kendi topraklarında yaşayan çeşitli milletleri egemenliği altında toplayan devlet biçimidir.
Mutlak Monarşi yasama ve yürütme kuvvetlerinin hükümdarda toplandığı bir hükûmet sistemidir. Bu sistemde, devlet içinde tek ve en büyük otorite sahibi hükümdardır.
Padişah: Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet başkanına verilen unvandır.
Osmanlı İmparatorluğunun yönetim şekline baktığımızda; Yönetim egemenlik hakkını Tanrıdan aldığı varsayılan padişahın mutlak otoritesine dayanmaktadır. Bu yönetim sisteminde, kuvvetler ayrımı söz konusu olmadığı gibi, gerçek anlamıyla görev aldığı da yoktur. Devletin yürütme, yasama ve yargı yetkileri doğrudan ya da dolayı olarak tek elde toplanmıştır. Öte yandan, askeri bir örgütlenme gösteren Osmanlı toplumunda, yönetim görevleri askerlik görevlerinden ayrılmış değildir. Kısacası Osmanlıda yönetim sistemi, bir tür tek organlı örgüt temeline dayanmıştır. Ancak Osmanlı toplumu örgütlenmesini geliştirdikçe giderek etkinlik ve ilgi alanı genişleyen devlet içinde bir işlev ayrımı belirmiştir. Bu ayrıma göre Osmanlı yönetim örgütünün belli başlı ögeleri, Padişah, Padişah Yardımcıları ve Divan‘dır.
Padişah, tek ve mutlak kişisel otorite ve devletin başıdır. Tüm kamu güçleri ve egemenlik yetkileri padişahta toplanmıştır. Padişahlık, önce babadan oğula daha sonra da giderek hanedanın en yaşlı erkeğine geçen bir konumdur. Monarşinin teokratik niteliği gereği padişahın görevi, şeriatı (Tanrı hukukunu) uygulamak ve İslam ilkelerinin geçerliliğini sağlamaktır. Padişahın şeriata göre davranıp davranmadığını denetleyecek hiçbir kurum ya da organ yoktur. İslam öğretisine göre bu alanda sultan ancak Tanrıya karşı sorumludur. Osmanlı padişahlarının egemenliği Tanrı isteminin ürünü sayılmıştır. Buna göre otoritesi Tanrısal bir kaynağa dayanan padişah yürütme gücünü ilkece elinde bulundurduğu gibi, yasama yetkisinin de sahibidir. Din kurallarına uygun olması durumunda padişah sözünün yasal bir geçerliliği vardır. Şeriat (İslam hukuku)’ın kamu hukuku, özellikle de kamu yönetimi alanında ayrıntılı hükümler getirmemiş olması, Osmanlı sultanlarına bu alanda çeşitli kural ve yasalar koyma olanağı vermiştir. Öte yandan, yargı yetkisinin de dolaylı olarak padişahın elinde bulunduğu açıktır. Merkezde Veziriazam ve Kazaskerlerin, taşrada Beylerbeyinin padişahın temsilcileri olarak onun adına yüksek yargı yetkisine sahip olmaları özellikle şeri yargı işlerine bakan kadı ve müftülerin merkezden atanan birer görevli durumunda bulunmaları nedeniyle, yargı organı da padişah istemine bağımlıdır. Kısacası padişah, koşulsuz-kuralsız boyun eğilen bir otoritedir. Sultanlar, tekellerindeki iktidarı kullanırken giderek genişleyen ve çeşitlenen bir yardımcı ekipten yararlanmışlardır. Padişahın yetki vererek görevlendirdiği kişi ve organlarla yönetim örgütü zamanla geliştirilmiştir. Bu örgütün merkez kesimi şu ögelerden oluşmaktadır:
Veziriazam ya da Sadrazam; Osmanlı yönetim örgütünde padişahın başyardımcısı veziriazamdır. Sadrazam Osmanlı İmparatorluğu’nda en yüksek rütbeli asker ve yönetici kişidir. Doğrudan padişah tarafından atanan ve görevden alınan veziriazam, onu temsil eden ve onun adına tüm devlet işlerini yürüten tam yetkili vekili ve en yüksek görevlidir. “Buyrultu” denilen veziriazam kararlarının -padişah fermanları gibi- yasal geçerliliği vardır. Ancak Osmanlı yönetim sisteminde, veziriazamın sultanın otoritesine rakip olmasını engelleyecek çeşitli önlemler alınmıştır. Padişah, önce yeniçeri ağası, defterdar ve kazasker gibi kimi önemli görevlileri doğrudan kendisine bağımlı ve sorumlu tutmuştur. Ayrıca, veziriazam, vezir, kazasker, şeyhülislam ve beylerbeyi gibi yüksek yöneticileri sultanın onayına almadan doğrudan atama yetkisi verilmediği gibi, geliri 6 binin üzerinde tımarları yine padişahın izni olmadan verme yetkisi de tanınmamıştır. Bu nedenle, Osmanlı kamu yönetimi, bir tür dağılmış otorite sistemi olarak belirmiş ve bu özelliğiyle sultanın merkezi otoritesini uzun süre koruyabilmesine olanak sağlanmıştır.
Şeyhülislam; Padişahın din işlerindeki yardımcısıysa şeriatın koruyucusu ve yorumlayıcısı olan şeyhülislamdır. Yine padişah tarafından atanan şeyhülislam, fetvalarıyla devlet işlerinin din ilkelerine uygun olarak yürütülmesinden sorumludur. Din, öğretim ve yargı işlerini gören tüm örgüt ve kuruluşlar Şeyhülislam’a bağlıdır. Osmanlı yönetim belli başlı öteki öğeleri şu şekildedir, Kazaker; Askeri yargı işlerine bakmaktadır ve bu alandan sorumludur. Nişancı; Padişah fermanları ve töresel kuralların hazırlanması aynı zamanda yazım ve kayıt işlerini yürütmektedir. Defterdar; Mali işlerden sorumludur. Defterdar, bugünkü Maliye Bakanı gibi düşünülebilir. Reisülküttap; Divan kayıtlarının tutulması, çeviri işlerinin yapılması ve dış işlerinden sorumlu olan devlet görevlisidir. Yeniçeri Ağası; Yeniçeri ocağını yöneten ve kolluk görevi yapan devlet görevlisidir. 16. yüzyıl ortalarından başlayarak Osmanlı deniz egemenliğinin kurulmasından sonra görevlendirilen kaptan paşa (kaptanıderya) da bu yüksek yöneticiler arasında yer almıştır. Divan (Devlet Kurulu); Merkezi yönetimde bulunan görevlilerin belli zamanlarda “Padişah” ya da “Veziriazam”ın başkanlığında toplanmasıyla oluşan ve “Divanı Hümayun” adını taşıyan Osmanlı yönetim sisteminde önemli bir yeri vardır.
Osmanlı Devleti, devlet yönetiminde iki temel sistemi birlikte işletmişlerdir. Bunlardan ilki tımar, diğeri ise kul sistemiydi. Tımar Sistemi; Osmanlı Devleti'nde çok uzun yıllar boyunca uygulanmış olan vergi ve toprak sistemidir. Tımar sistemini açıklamak gerekirse; devlet mülkiyetindeki toprakların devlet memuru statüsünde bulunan kişilere bırakılmasına dayanmaktadır. Yani devlet, kendi için çalışanlara maaş yerine toprak veriyor ve bu toprakları işletmelerini istiyor. Böylelikle hem maaş sorunu çözülüyor hem de ülke toprakları ekilip biçilerek aktif hale gelmiş oluyor. Aynı zamanda o toprakları işleyen köylü de kazanç elde etmiş olmaktadır. Kul sistemi ise Osmanlı devlet yönetiminin temel kurumlarından biriydi. Sarayda ve devlet hizmetinde kullanılmak üzere kölelerden gençler yetiştiren bir kurum olarak Ortadoğu İslam devletlerinden Osmanlılara geçen eski bir gelenek olan kul sistemi, Osmanlı Devleti’nde yönetim ve askerlik görevlerinin birbiriyle bütünleşmiş biçimde gerçekleştirilmesini sağlayan ve uygulayıcı kadroları yetiştiren bir teşkilattır.
3/. BULGULAR (findings) ve TARTIŞMA [Results (Discussion)] :
13. yüzyılın sonlarında Kuzeybatı Anadolu’da küçük bir uç beyliği olarak ortaya çıkan Osmanlı Devleti’nde, Padişahın mutlak otoritesine dayanan merkezî bir yönetim modeli oluşturulmuştur. Bu modelde, Osmanlıların mensup olduğu İslam kültür çevresinin değerleri ile eski Türk ve Ortadoğu devlet gelenekleri etkili olmuştur. Fatih Sultan Mehmet döneminde daha da etkin bir şekilde uygulanan kul sistemiyle Osmanlılar, imparatorluğu merkezî-mutlak bir niteliğe büründürmeyi başarmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezî yönetimin örgütlenmesinde kul sistemi, taşranın örgütlenmesinde ise tımar sistemi kullanılmış, bu iki sistem askerî düzeninin yanı sıra imparatorluğun bütün idarî, sosyal ve ekonomik yapısını belirlemiştir. Kul sistemi içinde yetişen yöneticiler aracılığıyla Padişahın otoritesi devlet merkezinden imparatorluğun en uç bölgelerine kadar başarılı bir şekilde götürülmüştür. İdarî, askerî, malî, ziraî, sosyal ve ekonomik bakımlardan imparatorluğun gelişiminde çok önemli katkılar sağlayan tımar sistemi ile de, 16. yüzyılın sonlarına kadar taşrada başarılı bir örgütlenme ve yönetim gerçekleştirilmiştir.
4/. SONUÇ VE ÖNERİLER [Discussion (Conclusion and Suggestions-Recommends]:
Sonuç olarak; on dördüncü yüzyılın başlarında ortaya çıktığı coğrafyada hızlı ve güçlü bir biçimde tarihe yön verecek hâle gelen Osmanlıların en önemli özelliği; kadim geleneğin, günün şartlarına göre tanzim edilmiş unsurlarını da içinde barındıran yeni yönetim anlayışları idi. Hem içeride Müslüman hem de yeni ele geçirilen dışarıdaki gayrimüslim tebaa ile meşruiyet bağlarını hukukî ve ekonomik yöntemlerle sağlama başarısı, kısa zamanda geniş coğrafya da hâkimiyetlerinin tesisi konusundaki başarılarının en önemli amili oldu. Ancak on beşinci yüzyıldan itibaren Avrupa’daki gelişmelerin birkaç yüzyıl sonra hemen her alanda sağladığı başarı sonucunda kat ettikleri mesafe ve buna Osmanlıların bigâne kalması, sonun başlangıcı oldu. Her ne kadar Lale Devri’nde (1718-1730) yenileşme hareketlerinin başladığı kabul edilse de bu daha ziyade askerî alanda kendini gösterdi. Ancak Osmanlılar için asıl büyük tehlike, 1789 Fransız İhtilali’nin yarattığı milliyetçilik akımları ile imparatorluk dâhilindeki zümrelerin kopuş serüveni ve sanayi devrimi ile başlayan sömürgeci devletlerin hammadde arayışı sonrasında gözlerini Osmanlı imparatorluğu topraklarına dikmeleri ile baş gösterdi. Bu büyük tehlike karşısında hem yönetim anlayışında hem de hükümdarlık müessesesinin esaslarında değişiklik yapma çabası, meşrutiyet ve hilafet meselesini en önemli gündem maddesi haline getirdi. On dokuzuncu yüzyılda yönetim şekli ve hükümdarlık müessesesinde yaşanan bu köklü değişiklik ve iki defa ilan edilen Meşrutiyet ile elde edilen seçme ve seçilme tecrübesi, Birinci Dünya Savaşı sonunda yıkılan imparatorluğun arkasından kurulacak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yol göstermişti. Özellikle parlamenter sistemin kabulü ve alınacak mesafede, bu tecrübenin önemli katkılar sağladığı göz ardı edilemez. RECEP AZİZ KESKİN